Saime yüzünde kıpırdayan gün ışığıyla gözlerini açtı. Perdeyi bilerek örtmez. Çocukluğunda, perdesini annesinin açtığı zamanlar gibi, güneş kestane yaprakları arasından süzülsün, odasında dans etsin ister. Uykulu gözleri konsolun üzerinde dolaştı. Kat kat yağlıboyadan adeta şekli değişmiş, sanırsın plastik. Ona annesinden, annesine annesinden kalan konsol. Yoksa daha mı eski. Büyük büyük ninenin çeyizi ne çok anlatılırdı, ondan mı kalmıştı. Hani konakları varmış. Dokuz odalı. Otuz dokuz. Hatırlayamadı. Tekrar uyumak istedi. Sokakta koşuşturma başlayana, güneş iyice yükselip ağacın gölgesini üstünden çekene kadar uyumak. Başucunda duran porselen saate baktı. Kırmızı kiremit çatılı ev, çatının altı saat. Bir yanda genç adam, elinde keman, öbür yanda genç kadın, sepet dolusu çiçek taşıyor. Önlerinde çocuklar, kimi sarışın kimi kumral. Çatıda iki melek, biri bacadan aşağıya biri gökyüzüne bakar. Çiçekler, yapraklar. Nasıl da özene bezene işlenmiş. Bozuk. Tamir ettirmek istedi, kim dediyse o zamanlar, abla antika bu, alır üstüne konarlar, bırak böyle kalsın, biblo gibi. Tamir ettirmedi. Kırk iki yıldır aynı saati gösterir. Elini uzatıp evin önündeki çocuklara dokunmak istedi, kolu sızladı, yapamadı. Uzun süredir sol yanına yatamaz olmuştu, hep aynı şekilde uyumaktan, kolu bacağı uyuşmuş oluyordu sabahları.
Kapıda dönen anahtar sesiyle irkildi. “Kim o?”
“Benim Saime Teyze.”
Gülfem.
“Bu hafta cumadan gel, torunlar geliyor, iş çok dediydin ya bana.”
Odanın kapısından baktı.
“Sen daha kalkmadın mı?”
Dirseğine yaslanarak doğrulmaya çalıştı. Tabii ya, bu hafta sonu Antalya’dan oğlan geliyordu. Kolun bacağın sızlamasına bakılmaz şimdi, iş çok. Alışveriş yapılacak, yemekler hazırlanacak. İstanbul’dan yeğenlerini de çağırmıştı eşleriyle. Üç çocuk kardeş gibi büyümüşlerdi konağın bahçesinde. Apartmanın… Gözünün önünden eteklerine kozalak doldurmuş bir kız çocuğu geçti. Ardı sıra koşan oğlan, elinde bol yapraklı ağaç dallarını kanat gibi sallıyor. Oğlu o muydu?
“Saime Teyze sen böyle dalıp gittikçe korkuyorum, kahvaltı hazırlayayım, bir şeyler ye de hele.”
Allahtan bu kız vardı. Gelen giden çok, daha on gün olmadı eltisini ağırlayalı, şimdi oğlan geliyordu. Haftaya başkaları gelecekti, kim, ah hafızası…
Gülfem eğilip gözlerinin içine baktı, önce birine sonra ötekine. “Alışverişe seninle geleyim mi?”
“Yok kızım, olur mu,” dedi. “O benim işim.”
Gülfem artık alışmıştı, kahvaltısını yaparken dalgınlığı biraz daha devam edecek, sonra yavaş yavaş açılacak, hatta genç kız gibi canlanıp misafirler için yapılacakları planlayacak, işleri organize edip ondan istediklerini sıraladıktan sonra pazar arabasını kapıp çıkacaktı. O evden gittikten sonra kendisi perdenin arkasına gizlenip çarşı meydanına doğru inişini izleyecek, köşeyi dönmesinden beş dakika sonra boş poşetleri cebine koyup yola düşecekti.
Saime arabayı çıkarırken, “Büfedeki yemek takımını sudan geçiriverirsin. Üstte, kutuda duranı,” diye seslendi. “Aklıma şaşayım, kıza çeyiz diye aldım. Beğenmedi bıraktı. Küçüğe heveslendim, o da kırkını geçti, evleneceği yok. Otuz beşim der sağa sola, inanma. Senin misafirin çok kendin kullan diyorlar. Kullanayım bari.”
“Tamam,” dedi Gülfem, “içkili olacak değil mi, kadehleri hazırlıyorum. Kahve fincanı?”
Düşündü, “Ablamın hediyesi olanlar,” dedi ayakkabılarını giyerken. Gülümsedi. Deli kadın, ne alırsa alsın mavi olurdu. Mavi fular, mavi vazo, mavi minder. Yeğenleri geleceğine göre ablasının hediyesini çıkarmak hoş olurdu. Sohbet açılır, annelerinin mavi sevdasını konuşur gülerlerdi. Detayları düşünmekteki becerisinden memnun, kendinden emin adımlarla aşağıya inip, çarşı meydanına yöneldi.
Önce manava uğradı. Kendisi yok, çırağa bırakmış. Hazırladığı listeyi verip, “Oğlum geliyor bu hafta, zeytinyağlı sever, meze de yapılacak. Tazesinden, dirisinden koyuver,” dedi. Birkaç poşeti arabasına yerleştirdikten sonra, “Hepsini yukarı çekemem, eve getiriver,” diye ekledi, “geçen sefer gibi geciktirme. Yaşlıydı misafirlerim, birinin şekeri düşer, öbürünün ilaç saati kaçar. Elim ayağım dolandı, ömrümden gitti. Bak taze koy demedim mi ben, çıkar o demeti.” Çırak konu dağılsın da Saime’nin azarlarından kurtulsun diye, “Oğlun ne vakit döndü İngiltere’den abla?” diye sordu.
Saime’nin yüzündeki gülümseme kayboldu, sessizleşti. Kendisini tutup havaya kaldıran kolları seçer gibi oldu, bıyıklı güleç bir adam yüzü. Dayın ne getirsin sana İngiltere’den diye soruyor. Arabanın arka camından sallanan el… Ama dönmüyor. Çırak bir Saime’ye bir gözlerini diktiği duvara baktı. Sanki duvar saydam, Saime arkasına bakıyor. Ne görüyorsa orada, tövbe, oğlunu sormaz olaydı. Dikkatini dağıtmak istedi, kese kâğıdını kaptığı gibi, “Erik vereyim abla,” dedi, “turfanda, yarısı sana bizden hediye.” Eline tutuşturulan eriklere bakınca tekrar gözleri parladı, gülümseyerek “Tabii ya, sen yurtdışında yaşayan kızımla karıştırdın,” dedi, “oğlum Antalya’da.”
Çıkarken birden durakladı, arkasına baktı. “Onlar da gelecek,” diye mırıldandı. “Yaz tatiline gitmeden uğrayacaklar. Damat yabancı. Ağız tadı farklı, ecnebi sebzesi meyvesi istesem bulursunuz değil mi?”
“Buluruz, ”dedi çırak telaşla, “bulmaz mıyız?”
Gözlerinin içi ışıdı, dudaklarında tebessüm, kısa seri adımlarla aşağıya doğru yoluna devam etti.
Gülfem evden çıkar çıkmaz karşı apartmanın balkonunda duran kadına “Sepetle sallar mısın aşağıya,” diye seslendi, “bu hafta kalabalıklar, ne varsa koyuver.” Yan apartmanın zilini çaldı. “Benim,” dedi karşı taraf sormadan, “yoğurt kabı çıktıysa.” Otomat açıldı, apartmana girdi.
Saime çarşıda butiğin vitrininde, uçuk yeşil, yakası taşlarla süslü elbiseyi inceliyordu. Abisinin küçük kızının davetiyesi yeni gelmişti. Alsa mı, yoksa kır düğünü için fazla mı olur? Memleketteki bağ evinde yapılacaktı. Büyük kızını hatırladı abisinin, nemrut, kime çektiyse. Aramaz sormaz, arasan telefonu açmaz. Küçük öyle değildi Allah’tan. Besbelli kendisine çekmişti, fıkır fıkır, neşeli. Biraz ilerleyip kuyumcunun önünde durdu. Bu kız için kesenin ağzını açmaya değerdi, öyle tek altın falan değil, set baksa iyi olurdu.
Gülfem elinde iki dolu poşetle sokağın başına kadar inmiş, yan sokaktan yukarı çıkmaya başlamıştı. İki üç apartmanda bir duruyor, bazen aşağıdan seslenip balkondan, pencereden uzatılan boş yoğurt kaplarını alıyor, bazen apartmanlara girip dairelere çıkıyordu. Merak edip bu hafta kimi söylüyor diye soranlara, “Oğlanmış,” diyordu, “başkaları da varmış, kalabalık. Siz ne varsa veriverin, artarsa haftaya istemem.” Yarım saat geçmeden üç poşeti ağzına kadar doldurmuştu.
Saime kuyumcunun yanındaki çocuk mağazasının vitrinine döndü. Yeğeninin eşi yeni teyze olmuştu. Sarı üzerine yeşil ayıcıklarla süslü tulumu seçip hediye paketi yaptırdı. Tezgâhtar sorunca gülümsedi, yok, benimkilerin değil, uzak akrabaya. Seviyorum hediye almayı. Almayıp ne yapacaktı. Sevdiklerine harcamayıp kime harcayacaktı emekli maaşını?
Sıcağa kalmamak için hızlandı, kasap rostoyu hazırlarken, kuruyemişçiden kurabiye için badem aldı. İlla fazladan yapar, artanı kaplara koyup yanlarına verirdi. Çocuklar buzlukta bozulmuyor, hatta durdukça güzelleşiyor, ısıtıp ısıtıp yiyoruz diyorlardı.
Eve girdiğinde, yemek takımı yıkanmış, mutfak tezgâhı hazırlanmıştı. O gün zeytinyağlıları pişirdi, mezelerin çoğunu hazırladı. Ertesi gün önce kurabiyeyi, ardından rostoyu fırına verdi. Gülfem mutfağı toplarken evi kolaçan etti. Herkese yetecek terlik yoktu. Sonraki haftanın alışveriş listesine üç çift ekledi. Masanın örtüsünü, birkaç çatal bıçağın yerini düzeltip, alçak camlı pencerenin önündeki koltuğuna yerleşti. Soğuyan fırından ara sıra gelen metal sesi dışında evden çıt çıkmıyordu. Gülfem her zamanki gibi karşısına oturdu. Misafirleri olduğunda bütün iş bitip mutfağı toplamadan evine dönmezdi sağ olsun. “Yardımın olmasa nasıl kalkacağım bu kadar işin altından,” dedi.
“Ben ne yapıyorum ki. Yemeğe dokundurmazsın. Nerden buluyorsun bu enerjiyi anlamıyorum.”
“Ne bileyim, sevdikleri yük gelmiyor insana.” Aniden aklına geldi, “Ah,” dedi elini alnına götürerek, “buz koymadık, donmayacak”.
“Sen otur ben hazırlarım,” diye fırladı Gülfem.
Pencereden baktı. İyi, karşı apartmanın önü boşalmıştı. Hem de iki arabalık. Kaç araba geleceklerdi sahi. Tek arabaya sığmazlar. Belki yeğenler taksiyle gelirse.
Saat yediye yirmi kala, Gülfem tekrar karşısına oturdu. Gözlerini Saime’den ayırmıyordu.
“Ne baktın kızım yüzüme öyle,” dedi.
“Hiç, saçının rengi iyi oldu, ona baktım.”
Gülümsedi. İyi ki boyatmıştı, çocuklar güzel görecekti. Saçlarını yokladı, tokasını sıkıştırdı. Park yerini kollar gibi, bakışlarını karşı apartmanın önünden ayırmıyordu. Az sonra gözleri hafifçe soluklaştı, başı biraz yana düştü. Tebessümü yüzünde adeta dondu. Gülfem, bu değişimleri artık çok iyi tanıyordu. Dudağının kenarı aşağı çarpılmaya başlayınca, kalkıp tansiyon aletini getirdi. Çalıştırmasıyla bir “A aa gene on sekiz olmuş,” dedi doğru düzgün bakmadan, “çok yoruyorsun kendini, yükseliyor. İlacını getireyim, çocuklar gelesiye kadar yatağına uzanıver.”
İtiraz etmedi. Biraz dinlenirse geç saatlere kadar oturabilirdi. Oğlan kuzenleriyle oldu mu yemek uzardı, yeğenler bu keyif her yerde bulunmuyor, sırf senin sofraların böyle oluyor teyze diyorlardı.
Gülfem yatağına kadar eşlik etti. İlacın etkisini göstermesi on – on beş dakika sürüyordu. Her ihtimale karşı sessizce işe koyulmadan önce bir saat beklerdi. Olur ya, erken uyanıverirse. Gerçi doktor iki tane verebilirsiniz, üç taneye kadar mahsuru olmaz, bitkisel zaten demişti.
Tencerelerde, tabaklarda ne varsa, gürültü yapmamaya özen göstererek boş yoğurt kaplarına aktardı. Saime en çok yemeklerin hepsi yendi sandığında mutlu oluyordu. Son kabı da poşete yerleştirdi. Muhtar bu gün yeni birini gönderecekti. Çocuk usul bilmez, zile basıverirse uyanabilirdi. Beklemek için balkona çıktı. On dakika kadar sonra araba kapının önüne yanaştı. Çeşit çeşit yoğurt kabıyla dolu dört ağır torbayı zorlanarak aşağıya indirdiğini gören delikanlı koşup elinden aldı. Bagaja yerleştirirken, “Kimlere dağıtacağım bunları,” diye sordu.
“Muhtara soracaksın, kendine göre ayarlıyor, hamilesi var, yaşlısı var. ”
“Her zaman bu kadar çok mu olur?”
“Değişiyor, bu sefer kalabalıklardı, yanlarına vermek için fazladan kurabiye yaptı. Bir de bu var.”
Gülfem’in uzattığı yaldızlı kâğıtla kaplı paketi elinde birkaç kere çevirdi. “Nerede peki bu insanlar,” dedi, “ölmüşler mi, aramazlar mı? Altı yıldır devam ediyor diye anlattılar.”
“Hiç olmamışlar ki. Kimi kimsesi yok.”
Delikanlı başını kaldırıp eve baktı. Balkon korkuluklarının arasından sarkan çiçekleri, salon penceresinden yayılan sarı ışığıyla, diğer dairelerden daha canlı görünüyordu. Arabaya girerken, “Muhtar her hafta dedi, hep aynı saatte mi,” diye sordu.
“Evet,” dedi Gülfem.
Saime odasında motor sesinin arasından gelen mırıltıları duyar gibi oldu. Gözlerini açmaya çalıştı, başı çok ağırdı, yapamadı. Çocuklar gidiyor olmalıydı, kapıda onları uğurladığını gördü. Torun arkada annesinin kucağından ellerini uzattı. Chevrolet araba, uçuk mavi. Büyük tahta işlemeli beyaz kapının önünde yeşil döpiyesli kadına el sallıyor. Kadın yanına geliyor. Döpiyesin yün kumaşına dokunuyor, sıcacık. Parmaklarını kıpırdattı, çarşaf soğuk. Yeşil döpiyesli kadın aniden dönüp kapıdan içeriye koşuyor, elinde porselen saatle geri geliyor. Budaklarının üzerinde parmaklarını gezdirmeyi oyun bildiği ceviz konsol, konsolun üstünde duran saat. Anneannesi. Olmaz diyor annesi, eliyle itiyor. Tabii ki olur diyor kadın annesinin elini avucuna alarak, çok sevdi onun olsun. Saate dokunuyor, ne kadar kocaman, ne kadar güzel, ne kadar pürüzsüz. Kafasını çevirip annesinin gözlerine bakmaya çalışıyor, içleri gülüyor, sevinçle saati kucaklıyor. El sallıyor, yaza döneriz diyorlar.
Mayıs 2020 – Haziran 2021