Son Dördün

Araba sarsılarak ilerliyor, büyük oğlan karanlığa kaldılar diye sabırsızlandığından hızını hiç azaltmıyordu. Başını dik tutacak hali yoktu. Hırkasını katlayıp cama yasladı, kaykıldı. Böyle biraz daha dayanırdı. Çocukluğunu geçirdiği ev, kısmet bu ya, onca zaman sonra ona kalmıştı. Ne haldedir bakmaya gidiyorlardı.

Gözlerini kapattı, kaç yıl geçmişti bu yoldan en son geçeli? Bilse ne fayda, daha zamanın hikmeti çözülmemişti ki. Ortancanın en küçüğü meraklıydı bunlara, sürekli belgesel izler, öğrendiklerini ona anlatırdı. Zamanın ayna gibi olanı, ileri giderken beriye de gidebileni vardı. Her yerde herkese aynı hızda akmaz, çok ötelerde, gökteki yıldızlarda başkalaşırdı. Torun, bir gün yolculuk yapacağız der, bize benzeyen başka dünyalar olabilir, anlıyor musun babaanne, diye sorardı. Gülerdi, çünkü anlardı. Belki en iyi o anlardı. Elli yılın bir saniye olabildiğini, kiminin geçmişten gelemediğini, kiminin kıyamet feveranı başlamadan beş dakika geri gidemeyeceğini bilirdi.

 

Vardıklarında gece iyice ilerlemişti. Ay son dördündü. Evin bir tarafı aydınlık, öteki karanlıktı. Üç hamlede zor çıktı arabadan. Yürürken başı uğulduyor, bacakları titriyordu. İçeri girmeden son bir gayretle çevresine bakındı. Gözleri dut ağacına takıldı, tanıdık bir ses duyar gibi oldu, kalbi hızlandı, küt küt. Çarpıntısı tutmasa. Küçük odada bulduğu divana uzanır uzanmaz dağ esintisiyle gelen çam kokularıyla uykuya daldı. 

Tıkırtıyla uyandığında gün henüz ağarmamıştı. Kumral bir kız çocuğu, yalınayak, odasında dolanıyordu. Nefesini tuttu. Çocuk masif ceviz yüklüğün kapısını açtı, şiltelerin ardından çıkardığı teneke kutuyla fırladı gitti. Hayret ettiği bir çeviklikle peşi sıra seğirtti.

Kız evin kapısını ardına kadar açık bırakarak dut ağacına koştu. Ağacın köklerinin arasını olanca gücüyle kazmaya başladı. Ara sıra başını çevirip eve bakıyor, bir ışık, bir kıpırtı görmeyince rahatlıyor, alnına yapışan saçlarını kollarıyla geriye atıp kazmaya devam ediyordu. Kendinden beklenmeyecek sürede derince bir çukur açtı. Teneke kutuyu göğsüne tuttu. Toza toprağa bulanmış yanaklarından sessizce iki gözyaşı aktı. Açıp içine bakar bakmaz hıçkırığa boğuldu, duyulmasından korktu. Hızla kapattı, incinebilir gibi yavaşça çukura bıraktı. Toprağı avuçlamaya başladı. Bu kadar güçlü olduğuna şaşırmıştı. Odun, su taşırdı. Kaç kiloluk kazanları kaldırır, merdivenlerden indirip çıkarırdı. O güç nasıl kalıyorsa. Mekik dokur gibiydi, gün ağarmadan, kimse görmeden bitmeliydi. Alnından akan ter gözyaşlarına karışıyordu. Hıçkırığın yerini kuru, iniltili bir hırıltı almıştı. Kollarına yayılan titremeye rağmen devam etti.

Babasıyla dedesinin öfkeli sesi geldi kulaklarına, hiç oralı olmadı. Mutlu. Sırdaşı öğretmeni şiirini yerel gazetede yayımlattı. Cesaretlenip İstanbul’a bir dergiye gönderdi, yine yayımlandı. Yaşı, adı gizli elbette, âşık olmadan özlem ve aşk şiirleri yazdığını ailesine anlatamaz. Nereyi özlediğini, kime âşık olduğunu sorarlar. Yazdıkça yazıyor. Okul defterlerine, defterler hızlı bitince anlarlar diye patiska kumaşlara. İyice büyüdüğünde, hesap vermesi gerekmeyen yaşa geldiğinde hepsini bastıracak. Yüklükte şiltelerin altında saklıyor. Oraya kimse bakmaz. 

Tırnaklarının altına sıkışan toprağın acısıyla hızlandı. Sisli dağ havası nedeniyle güçlükle aldığı nefesinin ritmine kapılmış, kazıyordu.

Kulağına gelen sesler giderek yükseldi. Merdivenin tahta basamaklarıyla beraber zemin zangırdadı, kapı ardına kadar vurulup açıldı. “Toparlanın,” dedi babası, “sabaha gidiyoruz, bir gün daha geçirmem burada. İki bavul bir çeyiz sandığın, başka her şey kalacak.” Annesi bir iki itiraz etse de hevesli. İstanbul’a gidecek, apartman dairesinde oturacak.

Toprağın tozuna küfüne karışmış gözyaşları gözlerini yakıyor. Kazdığı yeri göremese de ağacın köklerinden biliyor. 

 Kucağında şiirleri, döşeğin kenarına ilişti. İki bavul bir sandık içinde nasıl saklar, âşık olmadığına kim inanır, onca öfke üzerine patlamaz mı? Güzelce kumaşlara sarsa, iki kartpostalı da yanlarına iliştirse. Resimlere dokundu. İsviçre’de dağ gölü, bir gün mutlaka kıyısında yaşayacak. Ötekinde sepetlerinden çiçekler sarkan bisikletler, masalarda şık giyimli kadınlar erkekler. Görürlerse yırtar atarlar, saklamalı. Er geç dönecekler, O zaman büyümüş olacak, şiirleriyle beraber hepsini korkmadan gururla ortaya çıkaracak.

Küreksiz olacak iş değil, vazgeçer gibi oldu. Başını çevirince yanı başında diz çökmüş bekleyen, nemli gözleri sitem dolu kızı gördü.

Ortaokul sonda nakil. İstanbul’da köy yeri gibi iş olmaz, ne güzel daha çok şiir yazacak. Babanın dükkân küçük değil, market sayılır, okul çıkışı çalışacaksın. Kız kısmı boş kalmaz, göz önünden ırak olmaz. Olsun, fırsat yaratır gene yazarım. Zaten yakında liseye… Gidemezsin. Kim okudu liseyi de sen okuyacaksın kız başına, hele İstanbul’da? Ya ne yapacağım? Komşunun yeğeni, astsubay çıkıyor, yakında tayini olacak. İstemeye gelecekler, oğlan Anadolu’ya gitmeden nişan istermiş. Kukla tiyatrosu, istendi, verildi. Nereye kaybolmuştu okul arkadaşları, nişanlılar evliler çoğalıverdiydi etrafında. Olur, sahi ya, evlenmek daha iyi belki. Kendi evimde, gizli saklı olmadan, işe güce çağrılmadan, dilediğim gibi yazarım.

Gücü iyice çekildi, başı ellerinin üzerinde, toprağa kapaklandı.

Geceler benim, olmadı gün ağarırken yazarım. Erkek uyurken kadın evde gezinir mi, benimle bir yatılacak. Dertli insanlar şair olur, seni mutsuz bilirler, aklı başka yerde derler. On altı yaşındayım, on altı, on altı. Hoş, yaz dese ne olacaktı, işin gücün, yaşça büyük eşi dostu ağırlamanın altından anca. Sonra ilk oğlum doğdu, kayınvalide rahatsızlanıp yanımıza taşındı, iki yıl. Ortanca oğlan, babamın hastalığından sık sık İstanbul’a gidip gelmeler. Tayinler, taşınmalar. Ama liseyi bitirdim, ortancayla beraber dışarıdan bitirdim. Komşu kızı kanıma girdi, üniversiteyi de yaparsın dedi. İkna edemedim. Gözüm açılır, elinden giderim diye günlerce surat astı. Kalbi vardı, yeni başlamıştı, üzmek istemedim. Eski heves, boyum kadar çocuklarımla neyime dedim.

 Genzine dolan küf kokusuyla öksürerek doğruldu. Sivrice bir taş ile zorlamayı akıl edince toprak kendini bırakıverdi. Çukuru yavaş yavaş büyüttü. Kutu görününce kırık dal parçasıyla kanırtarak çıkardı. Göğsüne tuttu. Toza toprağa bulanmış yanaklarından sessizce iki gözyaşı aktı. Açmak istedi, açılmadı. Hıçkırığa boğuldu, duyulmasından korktu. Kazdığı toprağın üzerine yığıldı.  

Torunun çığlığını duyduğunda gün ağarmıştı. Omuzlarına örtülen battaniyeyi, verandadaki sediri hissetti. Yüzünü, kollarını ıslak havlularla sildiler. Biri ilaçlarının yerini sordu, öteki onu niye getirdik diye söylendi.  Yorgunluktan aklı mı gitmişti, susuz mu kalmıştı yoksa. Ardından meraklı bakışlar. Kutuda ne olabilir, tapu, altın, ailenin geçmişine dair bir sır. Açılsın istedi. Oğlu zorladı, kapak kendini bıraktı. Altın yok, sırf çaput bunlar. Çaput değil, ipek. Aralarında kuru lavantalar, az çıra, böcekler uzaklaşsın diye. Birkaç yıla gelip alacak. Rutubet, küf, birbirine karışmış yapış yapış, renksiz, bedbaht patiskalar. Sararmış, parçalanmış kâğıtlar. İki kartpostal. Uzanıp birini aldı. Titreyen parmaklarının arasında solgun bir göl görür gibi oldu.  

Ocak 2020 – Haziran 2021, İstanbul