Sabah sekizde telefonum çalıyor. Annem. “Toplandım diye iptal ettim sanmayın, yemeğe bendesiniz,” diyor, “tavuğu önceden almıştım, ziyan olacak yoksa.” On gün içinde taşınacak, evin neredeyse tamamını topladı ama mutfak eşyalarının bir kısmını yemek için ayırmış. Yalnızca plastik tabak getirmemizi söylüyor.
Telefonu kapayıp meseleyi kavramaya çalışıyorum. Aslında tavuğu komşulara veriver diyebilirdim ama bunu akıl edemeyecek durumda değil. Bahane ediyor, giderayak toplanalım istiyor sanırım. Yola çıkmadan hepimiz ne haldeyiz görmek istiyor olsa gerek. Ama kavrayabilmek istiyorum dediğim mesele tabii ki tavuk değil.
Her şey aslında Koray’ın, “Televizyon kanallarında bir şey bulamıyor, sıkılıyorsunuz size internet bağlatayım, film izlersiniz,” demesiyle başladı. Zorlanırlar sandım zorlanmadılar, tüm aksesuarların nasıl kullanılacağını hemen öğrendiler. Aslında Koray yalnızca interneti bağlattı. Filmi öneren Selin’di. “Sizin biraz Fransızcanız vardı. Fransız filmi seversiniz,” dediydi. Onca film içinden bula bula Amelie’yiönermiş onlara. İnsanda biraz fikir olur. Bu da sözde entelektüel. Aklı sıra ödüllü filmler öneriyorum diye hava yapacak. Şuncacık öngörün yok mu? Yokmuş demek. Sonra bana diyor ki, baban kalp doktoru, oradan empati kurar, Paris’te balayı yapmış sizinkiler onları yad ederler, eğlenirler falan ne bileyim, öyle sandım. İyi ettin.
Pazar günü yemekte toplandık, filmi önceki akşam izlemişler. Üstlerinde garip bir durgunluk. Babam her zamanki koltuğunda oturmuş, gözlerini yıllardır salonun aynı köşesinde duran devetabanına dikmiş, kafasını yukarı aşağıya sallıyor, arada, “Ya, yaaa,” diyor. Yalanım yok korktum. Annem sık sık mutfak balkonuna çıkıyor, elleri belinde köşede duran bahçe süsü yedi cücelere bakıyor. Yemek yerken kafasını çevirip çevirip cüceleri süzüyor. Babam kaşını kaldırıp aniden devetabanına bakıp tekrar yemeğine dönüyor. İkisi de az konuştu o gün. Ferit masadaki hallerini fark etmemiş, kafası yurt dışından gelecek yöneticilerin programıyla meşgulmuş. Selin yeni film tavsiyeleri vermenin derdindeydi. O da anlamamış. Koray tatlım gevşe, rahat bırak annenle babanı, dedi, demek ki bugün böyleler. Çocuklar zaten eve bağlanan internetin keyfini çıkarıyorlardı, hiçbir gariplik sezmediler. Bir ben fark ettim.
Bundan iki hafta kadar sonraydı, anneme telefon etmiştim. “Datça’dan bir köy evi aldık,” dedi. Yıllardır kasada duran bilezikleri satmışlar. Babam bir süreliğine gidip tadilat yaptıracakmış. Şaşırdım.
“Demek güneyde sakin yaşam hayaliniz vardı. Hiç bilmiyordum,” dedim.
“Yooo,” dedi annem. “Hiç öyle bir hayalimiz olmadı”.
“Ama köy evi? Ha, köy yaşamını aradınız demek, doğallık falan. İklim ılıman diye tabii, Datça. Mantıklı.”
“Yooo,” dedi annem. “Hiç uğraşamam köy evinin derdiyle, romantik saçmalıklar bunlar.”
“E ne demeye aldınız o zaman evi?”
“Babanı biliyorsun, gençliğinden beri kendi teknesini yapma hayali var.”
“Yooo,” dedim. “Bilmiyorum. Hiç duymadım.” Duymak ne demek babamı bir kere olsun teknede bile görmedim ki ben.
“Var canım var. Hatırlamaz mısın muayenehanesindeki resmi, masasının karşısında.”
“Kartpostaldı anne o. Masanın yanındaki panoya iliştirilmişti. Üstünde daha pek çok kâğıt tutturulmuş dururdu öylesine.”
“Aman neyse, bahsi geçmemiş demek. Hep ister. İşte Datça’ya yerleşip teknesini yapacak.”
“Anne babam yetmiş bir yaşında. O sıcakta tekne yapmak ne demek. Şaşırdınız mı siz. Ya sağlığına bir şey olursa?”
“Kırk beş yıllık hekim senden mi öğrenecek a kızım, sağlığına nasıl bakacağını. Tek başına değil hem merak etme. Datça’da bir arkadaşının oğlu var, bu işlere meraklı, onun da teknesi var. Beraber yapacaklar.”
“Pahalı değil mi bu işler?”
“Var masrafı tabii de ayarladık onu.”
Tek başına değil merak etme derken tekne yapımında tek başına değil anladım. Annemin babamla beraber olup olmayacağını sormak aklımın ucundan geçmedi.
O hafta sonu babamı Datça’ya uğurlamak için toplandık. Yine her zamanki gibi yemek yiyoruz. Ferit, “Anne, babam yokken bak lütfen her ihiyacında bizi ara, kocaman ev, ne işi ne alışverişi biter, alışık değilsin birden zorlanma,” dedi. Annemle babam birbirlerine baktılar. “Feritciğim,” dedi annem. “Ben burada oturmayacağım artık.”
“Datça’ya mı gidiyorsun sen de, ama tadilat sırasında kış vakti ne işim var diyordun?”
“Yooo, oraya da gitmiyorum.”
Donduk kaldık. Bu garip tavırların altında yoksa? Daha neler. Mümkün değil bugüne kadar hiçbir ciddi anlaşmazlıklarını görmedik ki.
“Çocuklar biz bu evi sattık,” dedi babam yüzüne boydan boya yayılan bir gülümsemeyle.
Ferit’in rengi kül gibi oldu. “Bize sormadan mı?” dedi. Babam hiç oralı olmadı. Adeta sağırmış gibi yemeye devam etti. Ferit’in sol dudağının üstü iki kere seyirdi. “Peki ne, nerede yaşayacaksınız?” diye sordu bu sefer anneme bakarak.
“Evladım zaten iki yüz altmış metre kare ev iki kişinin neyine. O gelendi gidendi yatılı misafirdi günleri geçmişte kaldı. Çatı katı desen hiç çıkmıyoruz ne vakittir. Kullandığımız alan belli. Sattık. Nişantaşı’ında eski daireleri toplayan bir müteahhit var, kolay oldu o yüzden, üç günde hallettik.”
“Hallettiniz,” diye tekrar etti Ferit. Dudağı seyirmeye devam ediyordu.
“İki sokak aşağıdan bir oda bir salon daire alıyoruz. Ferah, yetmiş metre kare kadar var. Tabii bunca eşya sığmaz oraya, zaten artık ağır mobilyalardan kurtulup daha pratik şeyler almak lazım, gençleşmiyoruz değil mi neticede,” deyip, dediğine hiç uymayan şen bir kahkaha attı. “Bugün dolaşın evi beğendiğiniz eşya varsa seçin söyleyin. Kalanların bazılarını baban Datça’ya götürecek, bazılarını yeni evde kullanırız, bazılarını da dağıtırız artık ne yapalım değil mi?” diye ekledi hemen ardından.
İkisi de iştahla önlerindeki tavuk butlarını yemeye koyuldular. Biz dördümüz faltaşı gibi gözlerle onlara bakıyorduk. Yiyecek halimiz kalmamıştı. Ferit bana baktı. Biliyorum, parayı ne yapacaklarını merak ediyordu ama az önceki sorusunun duymamazlıktan gelinmesi soracak kapı bırakmamıştı ona. Ben sormalıydım. Önce ortamı yumuşatmak istedim.
“Peki, anladığım kadarıyla paranın bir kısmıyla babam hayalindeki tekneyi yapacak. Buna kadeh kaldıralım değil mi?” dedim, Ferit’i masanın altından dürterek. Kaldırdık. Sonra ağzıma bir parça tavuk alıp sanki o anda aklıma gelmiş gibi yaparak, “Yeni ama küçük bir daire, tekne, hadi ama gençler, kalan parayla ne yapacaksınız, birlikte dünya turuna mı çıkacaksınız,” dedim. Az önce kadeh kaldırırken gerginliğin yumuşaması herkesi rahatlatmıştı, hepimiz bu şakayı beklermişçesine birbirimize bakarak kahkaha attık.
“Yoo,” dedi annem, “baban seyahat etmeyi hiç sevmez biliyorsun, bir ben çıkacağım.”
Bu sefer Ferit, Selin ve Koray aynı anda, “Anlamadım,” dediler.
Babam lafa o zaman girdi, “Anlamayacak bir şey yok,” dedi. “Filmi izledikten sonra düşündüm, dedim benim şu zavallı doktordan ne farkım var. Ne yaptım koca bir ömür boyu? Hep çalıştım. Aynı muayenehanede otuz yıl hasta baktım. Şu devetabanı açılışta hediye geldiydi yahu. O zaman anca dizime gelirdi boyu. Devetabanı gibi geçti ömrüm. Ne olacak, elli sene sonra bakmışsın evin bir köşesinde paslanmış bir kutu, içinde benim tekne kartpostalları. Bu mu yani hayat?” Soruyu bizden çok kafasını çevirip baktığı devetabanına sormuştu. Bize dönüp devam etti “Annenize de dedim yarın ne olacağı belli değil, sen niye ben seyahat sevmiyorum diye takıldın kaldın bu evde kırk bir senedir? Daha altmış iki yaşındasın, altmış beş bile değil, gençsin.”
Sonra baş başa verip on beş dakikada karar vermişler tüm bunlara.
Koray’la Selin de afalladı biliyorum ama hayırlı olsun kararınız, nice güzel günlere inşallah gibi ortaya kokmaz bulaşmaz bir iki laf edip sustular. Biz de dedik tabii mecburen ama kafamızda fırtınalar. Şaka mı yapıyorlar diyorum bazen, bir nisan değil bir şey değil. Ferit on dakika kadar dayanabildi, sonra, “Bakın,” dedi, “Kadıköy’deki evi satmıştınız zaten, bir bu ev, bir de babamın köydeki tarlalar kalmıştı.”
“Tarla,” diye böldü annem kalan son mezeleri dağıtırken. “Sattık fena mı oldu? Evin parası ile kolejde okudunuz, tarlalar da yurt dışında yüksek lisansınızı karşıladı. Bir tek köyün aşağısındaki kaldı artık elimizde.”
“Yani evet,” dedi Ferit. “Bunlar hem sizin, hem bizim, hem de torunlarınızın gelecek güvencesi. Siz zor günler görmediniz ama ekonomi malum, dünya bariz krizde, suni iyileşmeler var belki ama belirsizlikler ürkütücü. Allah korusun yarın kime ne olur kim bilir? Böyle bir dönemde, hepimize başını sokacak yer, güvence vadedecek değerde bir mülkü bu şekilde…” dedi. Lafı havada bıraktı. Harcamak çarçur etmek doğru mu diyemedi.
Annemle babam birbirlerine baktılar. Yüzlerinde hak verdiklerini gösteren bir ifade vardı. Ferit bana dönüp hafifçe gülümsedi. En azından paranın harcanmasını önleyebilme umudumuz var diye düşündük.
Dört gün sonra annem aradı. Babamın eski bir hastası müteahhitmiş, iç Ege’de bir yerde üniversite karşısında otuz beş metrekare stüdyo daireler satıyormuş. “İkinize birer tane aldık,” dedi. “Peşinatı biz verdik, siz taksitleri ödersiniz. Çok değil. Dışarda kahveyi az içseniz çıkar vallahi. Hani Ferit’in korktuğu gibi bir durum oldu, gider oraya yerleşirsiniz. Üniversite şehri, öğrencilere ders verseniz, en olmadı önlerine sıcak yemek çıkarıp koyacak üç beş masa bir yer açsanız, aç kalmazsınız. Şimdi oldu, içim ferah. Haftaya eşyaları taşıyorum, ayın sekizinde de çıkıyorum yola.”
Yola çıkıyorum dediği özel bir şirketin Afrika’yı trenle gezecek turu. İki yıllık plan yapmış, Asya, Amerika, Avustralya. Ama yetmez diyor. Belli başlı yerlere gittikten sonra daha detaylı turlara bakacakmış. Minik bir cüce biblosu bulup almış, her yerden size fotoğraf atacağım Amelie’deki gibi deyip kahkaha atıyor.
Bir ara kendimi tutamayıp Selin’e şarlayacaktım neredeyse, Koray beni tatsızlık çıkarmanın kimseye faydası yok diye frenledi ama en azından hep senin yüzünden diye lafı soktum. “Annemle babama ne diye böyle film izletiyorsun? Akıllarında olmayan fikirleri niye sokuyorsun?” dedim. “Benimle ne alakası var, sinirini benden çıkarma,” dedi. “Annemle babama da izlettim ben o filmi. N’oldu gidip kedi alıp adını Amelie koydular. Sonra komşuları amele diye kedi mi olur deyince değiştirdiler ya, neyse. Mesele filmde değil seninkilerde kızım.”
İşte kavramak istediğim tam bu. Mesele nerede ve kimde. Birisi ayağımın altındaki halıyı aniden çekmiş o gün bu gündür duramayıp yalpalıyor gibiyim. Bir türlü kavrayamıyorum.
Aralık, 2020, İstanbul